Herkese selamlar ve sevgiler. Geçtiğimiz hafta hem derslerimin yoğunluğundan hem de yakında sizlere duyuracağım birçok projenin hazırlığında olduğumdan dolayı makale paylaşamadım. Ama geleneksel pazartesi günü makalelerimi aksatmamak için çok çaba sarf ettiğimi bilmenizi isterim. Bu makalelere gelen tepkiler, sorular ve yorumlarınızı tek tek okuyorum ve bir sonraki yazımı da onlara göre planlıyorum. Bu haftaki makalemde çok sık karşılaştığım bir şikâyeti size aktarmak ve bu konu hakkındaki görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum: “Öğretmenim hep İngilizce konuşuyor ve ben dersi anlamıyorum!”
Öğrenciler, öğretmenleri İngilizce konuşarak ders anlattığında hemen bundan şikâyet etmeye başlıyorlar. Bunun bence en büyük nedeni dil eğitiminde eğitim birliği ve eğitmenler arasında homojen bir yeterlilik seviyesinde olmayışımız. Her farklı öğretmenle farklı bir ders işleyiş şekli gören öğrenciler, kendilerine en kolay gelen şekilde ana dilleriyle İngilizce öğrenmek istiyorlar. Elbette ki öğretmenlerin her sınıfa farklı metot uygulayabilme yetkinliği ve özgürlüğü olmalı, ama uyguladığı yöntemlerin başarısı da ölçülebilir olmalı. Ama sınıf içerisindeki eğitimin ne kadarının ana dilde yapılacağı konusunda da bir ortak karar olmalı. Hâlbuki bizim dil ediniminde “immersion/daldırma” dediğimiz şeyi gerçekleştirebilmek için, en temel seviyede belki çok az bir ana dil kullanımından sonra, artık eğitim dili olarak da İngilizceyi kullanmak önemlidir. Ders dışında İngilizceye çok az maruz kalınan bir ortamda, dil ediniminin çok daha kısa sürede ilerlemesi için bu çok önemlidir.
Geleneksel “grammar-translation/dil bilgisi-çeviri” yönteminde eğitim yazılı metinlerin okunup anlaşılması ve dil bilgisi kurallarının öğretilmesi üzerine kurulu olduğu için, öğrencilerde “anlıyorum ama konuşamıyorum” şikâyetine yol açar. Öğrenciler bu yöntemde kendilerine hazır verilen metinlerle uğraşırlar, bir metin yaratmak ya da konuşmak yerine kendilerine verileni anlamakla meşgul olurlar. Elbette bir dil eğitim programının içerisinde çeviri yapmak ve doğru anlamak da olmalıdır ama tüm dil eğitim sistemi sadece bunun üzerine kurulduğunda bugün ülkemizde yaşadığımız sorunları yaşıyoruz. Sayısız akademisyenden şu cümleleri duydum: “Mesleki en ağır makaleleri bile çok hızlı okuyup anlıyorum ama havaalanında pasaport kontrolünde heyecan ve korkudan bayılacak gibi oluyorum.”, “Bir konferansa katıldığımda konuşulanları anlıyorum ama sormak istediklerimi soramıyorum, ya da sunum yapmam gerekecekse sunum yapacağım metnin çevirisini yaptırıp oradan okuyorum, soru-cevap yapamıyorum.”
İşte ben geliştirdiğim YEK-Metotla öğrencilerimin bu sorunlarla karşılaşmamalarını sağlıyorum. Öğrencilerin tamamen öğretmene bağımlı olduğu eğitim sistemlerinde öğrenciler cümle kurma, konuşma gibi dil ediniminin doğal bir parçası olan görevleri öğretmenin yapmasını beklerler, kelimeleri hatırlayamadıklarında öğretmenin onlara yardımcı olmasını beklerler. Bu her yardım anında verilmiş olan kelimeleri öğrenmek için gayret edilmesi gerekir çünkü eksik olan ve öğrenilmesi gerekenler ilk olarak ihtiyaç duyduklarınızdır. Gördüğünüz gibi yine en kritik kelimeye geldik: “ihtiyaç!” Dünyadaki tüm gelişimin sırrı bu kelimede yatıyor. O nedenle eğitmenlerin en önemli görevlerinden birisi dil edinmeye ihtiyacınızın olduğunu fark etmenizi sağlamaktır. Birebir ders ortamlarında gelişim hızı, kullanılan yöntem ve materyaller, yazılı, görsel ve işitsel malzemelerin temaları ve konuları öğrencinin ilgi alanlarına göre planlandığı için öğrencilerin İngilizceye ilgisi sürekli yüksek seviyede olmaktadır. Sınıf ortamlarında ise genel ihtiyaçlar dikkate alınarak planlama yapılmaktadır ve bu ortamda öğrencilerin ilgisini canlı tutmak ve meraklanmalarını sağlamak, öğrencilerin “Öğretmen sürekli İngilizce konuştuğu için anlamıyorum” şikâyetlerini giderecektir.
Haftaya yine sizden gelen talepler ve sorular doğrultusunda “Çocuğum dil dersini sevmiyor, bunun önemini anlatmak için ne yapabilirim?” konusuyla ilgili bir makale yazmayı planlıyorum. Bu arada siz de lütfen bana görüşlerinizi yazmaya devam edin.
Sevgi ve saygılarımla,
Seda YEKELER