“Pahalıysa İyidir” İle “Nasıl Ucuza Getiririz” Düşüncesi Aynı Kafada

Hatta aynı ruh ve bedende. Az önce “iyi” fiziki koşullardan söz ederken son derece yetersiz koşullarda okumuş ve yaşamış nice başarılı insan var. Yazmaya kalksam yerimiz yetmez ama bu cümlemden “koşulların iyi olması önemli değil” anlaşılmasın.

Herkes çocuğunu olanaklarına göre hatta olanaklarının ötesinde zorluklara katlanarak kendince “iyi” okullara göndermeye çalışıyor. Okulun büyüklüğü, sınıflardaki öğrenci sayısı, havuz – spor salonu gibi olanaklarının bulunup bulunmadığı ve bütün bunların “kaç lira” olduğu önemsenen konular. Annemin de benim de çocukluğumda özellikle ilkokula başlayacak çocuklar için “iyi” öğretmen peşinde koşulurdu. Şimdilerde gittikçe azalan bir özellik oldu bu. Hal böyle olunca pek çok okul otelcilik hizmeti vermeye başladı. Süper makyajlarla yemekhane değil yemek salonları, spor salonu değil havuz, sınıflarda çocukların kullandığı kişisel dolap büyüklüklerine kadar pazarlanıyor. Veliler çok memnun tesislerden ama… Aması var; okullar tesis değil ki. Aktif olarak kullanılan bir kütüphane, bir yabancı dil laboratuvarı, serbestçe çalmaya müsait bir enstrüman var mı konulu başlıklar alt sıralarda sorgulanıyor bazen hiç sorgulanmıyor. Haklı olarak LGS veya ÖYS başarı oranları sorgulanıyor.

Akıllı tahta, tablet vb. nitelikli eğitimin olmazsa olmazı gibi sunuluyor. Peki akıllı tahtası olmayan veya tableti olmayan çocuklar nasıl başarıyor? Kaç okul, takım ruhuyla çalıştığı öğretmenlerinin gelişmesi için bütçe ayırıyor? Kaçı öğretmeninin bilgi, görgü ve donanımlarını artırmak için sistemli bir programa sahip? Öğretmenlerin de okullarına ve öğrencilerine karşı bir ekip ruhu taşıması, aidiyet hissetmesi, havuza sahip bir okuldan daha önemlidir. Yani eğitimci personelini olabildiğince ucuza getirirken, çok iyi bir makyajla yüksek rakamlara okulunu pazarlayan zihniyeti eleştiriyorum.

Buraya yine yazacağım. Başta öğretmen arkadaşlarım, öğrenciler ve veliler lütfen kendinize yatırım yapın. Kimse yapmasa bile siz yapın. Okuyun, araştırın, sorgulayın, öğrenin, tartışın. Bir yabancı dil öğrenin. Yaşınıza, başınıza, paranıza, eğitim seviyenize bakmayın. Bunları bıkmadan yapın. Kim olursanız olun, bunların karşılığını göreceksiniz.

Okuluma ders almaya gelen bazı öğrencilerim –ki ne yazık ki ve çoğunlukla veliler- bazen eğitim ücreti pazarlık girişiminde bulunuyorlar. Başkasının yerine utanma duygusu beni çok yıpratır. Tam da bu hislerle dolup taşıyorum. Çocuğun için iyi bir şey yapmak istiyorsun, harika. Bu işi iyi bir şekilde çözmek istedikleri için bana gelmişler, gurur duydum. İngilizce veya Fransızcayı çözmek için birebir öğrenmeyi tercih etmişler, çok doğru. Peki tüm bunların sonunda “Çiftçiden çıkışı 35 kuruş, kilosunu 5 liradan kazıklıyorsun bizi.” gibi bir bakış açısıyla karşılaşıyorum.

Ben bir hizmet veriyorum. Eğitim hizmeti. Kendime ait geliştirdiğim bir metot var. Bunun için gecemi gündüzüme katmışım, okumuşum, araştırmışım, denemişim. Bir başarı elde etmişim ki Seda Yekeler diye bir bilinirlik oluşturmuşum. Bütün bunları yaparken ilan vermemiş, reklam yapmamış, sadece referansla öğrenci almışım. Sakın yanlış anlamayın lütfen. Bazı özel okulların yaptığı gibi ailesi doktor, avukat ya da iş adamı olacak gibi züppece bir referans değil… Mustafa Bey’le ders yapmışız, o da arkadaşı Ayşe Hanım’a söyler. Ayşe Hanım bana geldiğinde kimden öğrendiğini sorarız, ihtiyacını ve hedefini öğrenir bir sınav yaparız. Bu aşamada görüşlerimi bildirir, yol haritası ve kaç saatlik bir çalışma gerektiği ortaya çıkar. Bazı öğrenci 30 saatlik yüzyüze çalışmayla yeterli düzeye gelir. Bazısı 60 saat… Karpuz pazarlığına geri dönecek olursam, emek/zaman maliyeti çıkararak ilerliyoruz. Seri üretim bir maldan bahsetmiyoruz. Metodumu benimle çalışan hocalarıma aktarmak da bir başka emek/zaman süreci. Bu emeğimin ne çok suistimal edildiğini sanırım tahmin edebilirisiniz. Yani sırtımdan bıçaklansam da öğretmen eğitimlerine elbette devam ediyorum ve edeceğim de… Yani porsiyonu 100 liraya yediği yemeği sorgulamayan, pazarlık etmeyenler benimle “yabancı dil” gibi hayati bir gelecek konusunu pazarlık malzemesine çevirebiliyor. Hiç anlamadım, anlayamayacağım da…

Başka bir özgüven patlaması yaşayan grup da “parası neyse verelimci” grup. Örneğin; haftaya hazırlık atlama sınavı var. Çocuk yıl boyu ağustos böceği gibi yatmış.

İlk şuursuzluk, sınava bir hafta kala o çocuğu adeta olimpiyat şampiyonu yapmam isteniyor. Öyle bir sihirli değnek ya da hap henüz icat edilmedi.

İkinci şuursuzluk, bir hafta bile olsa denemeye değer bir kıpırtı sezdim ama süregiden sayısız öğrencim var yani zamanım yok. “Parası neyse verelim, gece gel, seher vakti gelelim… yaparsın be bir şey Hocam!”

Aslında onlar yapacağını yapmış ama iyi kalpli bir eğitimci kıyamıyor. Gönlü razı gelmiyor. Çalıştırayım, öğreteyim istiyorum. Ama parasıyla satın alana değil, gerçekten öğrenmek istediği, bunun elzem olduğunu bilen, benimle bu yola çıkmaya istekli kişileri çalıştırmak eşsiz bir mutluluk. Bunlar içinde bu işe böyle bir bütçeyi ayırırken çok zorlanan öğrencilerim olduğunu da biliyorum. Tahmin edeceğiniz gibi onlar benimle pazarlık etmeyen bir grup. Bu ne yaman çelişkidir hep düşüneceğim.

0
Seda Yekeler Sorularınızı Cevaplıyor!